İnsan aklıyla değil diliyle düşünür.

 “Neden Türkçe felsefe üretilemiyor ve Türk Filozof yetişmiyor?”


Bir toplum herhangi bir alanda gelişme gösteremediğinde, hayatta kalmak için, gelişme gösteremediği o alanı, o alanda gelişme göstermiş diğer toplumlardan o alana dair bilgi aktararak doldurur. Çünkü toplumsal varoluş, boşluk kabul etmez. Ya var olursunuz ya da yok olursunuz.


Mesela ilk Arap devletleri, fazla gelişim gösteremedikleri felsefe ve devlet konularında, gelişim göstermiş olan Farisi ve Rum toplumlarının birikiminden yararlanmışlardır. Sonraki süreçte ise Türk ve Farisiler; din, hukuk konusundaki boşluklarını Arapların bu birikimleriyle doldurmuşlardır. Bugün yine doğu, batının birikiminden faydalanmaktadır.


Bu dolduruş, toplumun temel anlayışına göre de dili işgal ederek gerçekleşebilir. Mesela dolduruş şekli haşiye ve şerh olarak adlandırdığımız ve daha çok taklide dayalı bir şekilde gerçekleşirse bilgi transferi beraberinde kavram transferini, yani faydanılan dilin sözcüklerinin aynen aktarılmasını beraberinde getirir. Osmanlı Türkçesinin mürekkep varlığının sebebi budur. Her ne kadar sonunda dili işgal eden kavramlar asimilasyona uğrasa da; Osmanlı Türkçesinin Hukuki, dini, edebi kavramları Arapça ve Farsça; felsefi terimleri ise Arapça ve Rumca olarak vücut bulmuştur bir kere.


Konuya dair bir başka örnek olarak da bugün yani içinde yaşadığımız dönem gösterilebilir. Şöyle ki fen bilimlerinde kullandığımız kavramların ekseriyeti İngilizce’dir. Bu realite, yine aynı meşru işgali imler.


Bu tavrımız, biz Türklerin, Osmanlı döneminden itibaren -hatta daha da eskiye götürülebilir- bir alanda bireysel gelişme göstermek yerine, gelişme göstermiş bir toplumun mevcut birikimi olduğu gibi transfer etme eğilimine sahip olduğumuzu gösteriyor. Yani kolay olanı tercih etmeye meylimiz var.


Üstelik öyle veya böyle elde etmiş olduğumuz bu birikime de -Devlet-i Aliye’den Türkiye Cumhuriyet’ine evrildiğimiz süreçte yaptığımız dil devrimiyle- reddi miras yaptık. Evvela dilimizi işgal eden ancak işgaliyle bir boşluğu doldurduktan sonra asimile olan kavramları reddettik. Bu reddedişle ortaya çıkan boşluk da özgün bir gelişme ile doldurulamadı. Neticede büyük bir boşluğa düştük. Bugün birikimini kaybetmiş bir toplum olarak tekrar haşiyeciliğin eşiğine geldik. Mecburen Hukuk, Felsefe gibi alanlarda eskinin dilini kullanmaya başladık; yoksa yok olacağımızın ziyadesiyle bilincindeyiz zira.


#y:118 , #k:100 adlı eserinde, muazzam bir şekilde “ ne kadar az sözcük, o kadar az düşünce” adlı tezi bedenlenir. Bizim dil devrimimiz belki bu tezin hilafına sahih ve güzel bir amaçla yapıldı, ancak neticede bu teze bir delil haline geldi. Nihayetinde bugün, düşünme gücümüz sığlaşmış durumda. Zira düşünce, üretildiği dilin kavram/sözcük gücüne bağlıdır. “Ne kadar kelime o kadar düşünce” diyen düşünür, boş konuşmuyor yani...


Son dönem filozoflarının Almanlardan çıkması bu gerçek sebebiyle bir tesadüf değil. Kadim dönemdeki filozofların Arapça-Yunanca konuşması ya da Türk filozofların bu dilleri tercih etmesi hep aynı gerçek hasebiyle. Zira insan aklıyla değil, diliyle düşünür...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kanun ile Yasa arasındaki fark nedir?

Mitoloji, Ne İş Yapar?

İSLAMA GÖRE VAROLUŞUN SIRRI NEDİR?