Kayıtlar

Mart, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bakışsal Çelişki

İnsanlar, bir fikri muhatap aldıklarında o fikri yapılarında ağır basan sistemle yorumlarlar. Öyle ki Ali Şeriati psikolojik sahadan yorumlanır, İbn Arabi ise sosyolojik sahadan. Hatta hz Peygamber rasyonel ve pozitivist sahadan, Aristo ve Spinozo mistik sahadan yorumlanır. Böylece sonuçta ne mütefekkir anlaşılabilir, ne de fikirleri idrak edilebilir. Dolayısıyla yeni fikirler de üretilemez. Sonsuz bir kaos...  Aslında düşünce bozuluştan (kaostan) doğar, bu yönüyle bozuluş oluşun var edicisidir lakin düşüncenin doğduğu bu bozuluş, kendi içinde bir oluşa (düzene) sahiptir. Öyle ki bozuluş farklı türdeki tez ve antitezlerin sonucudur ve bu sonuçlar için her tez ve antitez kendi sistemi içerisinde tutarlı olmalıdır. Oysa farklı alanların idrak edilememesinden dolayısıyla karıştırılmasından doğan kaos, düşünceyi meydana getiremez. Üstelik var olan düşünceyi de anlamlı kılarak oluşa neden olamaz. Öyleyse olması gereken bir fikri; bir şahsa, bir düşünceye ve bir sınıra hapis etmemekt...

Temel Akidenin Birey ve Toplum Üzerindeki Etkisi

  Temel iki doktrin olan insanın günahkar/kirli doğması (Hristiyanlık doktrini) ve insanın günahsız/masum doğması (İslamiyet Doktrini) basit bir mesele değildir.    Eğer insan günahlı doğduğuna dair bir inançla varlığını anlamlandırırsa, kendisini günahtan kurtaracak bir kurtarıcıya ihtiyaç duyar. Bu, bazen bir dini lider, bazen bir siyasi lider, bazen bir baba, bazen de bir eş olabilir. Dolayısıyla bu inanç, insandaki özgüveni, birey olabilme hakkını ve optimist ruhu -sürekli suçlu olduğunu düşünmesinden sebep- yok eder. Bunun tam türkçesi, insanın bu inanç sebebiyle tüm hak ve hukukunu kurtarıcı iradeye teslim etmesi demektir. İşte ruhban sınıfı dediğimiz şey de tam olarak burada doğar.    Ruhbanlığı kabul etmiş bir zihin; haksızlığa, zulme ve yanlışa ses etmeyecektir. Çünkü onun sesi artık hak bildiği otoritenin sesi olacaktır. Böylece o şahsın sosyal ve bireysel bilinci de gelişmeyip yok olacaktır. Bu da tam otoriter yönetimlerin hedeflediği vat...

Osmanlı Anayasasından Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına

İslam tarihindeki ilk anayasa, Osmanlılar tarafından köke bağlı usulle yazılan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’dir. Özelde medeni hukuk olarak adlanabilecek olan bu anayasaya ibadat bölümü dahil edilmemiş olup (ibadetlerle ilgili fıkhi hükümler) ibadatların ilmihal adında ayrı bir tedvine tabi tutulmasına neden olmuştur. Mecelle 1868-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından oluşturulduktan sonra bu komisyonun çalışmaları Sultan Abdulhamit tarafından sonlandırılmıştır(Karaman, H. Ana hatlarıyla İslam Hukuku. c.1. s.89.). Tanzimat fermanının bir sonucu olarak ihya ve tecdid hareketlerine binaen vücûda gelen bu anayasa, hem mezkür hem de meseleci (kazuistik) metotla vücuda gelmiştir.  Değişen yeni şartlara göre güncellenmesi planlanan mecelle, 9 mayıs 1916’da içtihat çalışmalarına başlasa da çalışmalarını bir türlü nihayete erdirememiş ve nihayet 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunun kabulü ile TBMM tarafından lağvedilmiştir(Karaman, Ana hatlarıyla İslam ...

Kibir İlacı!

İslamın büyük hükümdarı Harun Raşid, islamın büyük hukukçusu İmam Malik’e giderek, Muvatta adlı eserini kanunlaştırmayı teklif ediyor.  İmam Malik ise “İçtihat hürriyetini kısıtlar bu dediğiniz” diyerek reddetiyor teklifi. (Karaman, H. “Ana Hatlarıyla İslam Hukuku”. Ensar Yayınevi C.1. s.57) İmam bu reddiyesiyle sadece diğer müçtehitlerin özgürlük haklarını tanımıyor, aynı zamanda onların içtihatlarına da meşruiyet kazandırıyordu.  O dönem islamın en sağlıklı dönemiydi. Ardından mikrop kapıyor islam ve hastalanıp yataklara düşüyor. İmamın izinden gidenler “içtihat kapısı kapandı” diyerek karantinaya alıyorlar hemen islamı. Bu tedbiri yeterli görmeyen diğer izciler ise “Mezhebimizin hükümlerine uymayan ayet ve hadisler bulunursa bunlar ya tevil edilmiştir yahut nesh edilerek yürürlükten kaldırılmıştır.” (el-Kerhi) diyerek kapatıyorlar islam sarayının kapılarını yabancılara. Ve nihayet kültür, akıl ve bilinç zenginliği mezhep taassubunun emrine verilerek mezhepçilik tabibi davet...

Biz!

Doğu olarak XVII. yüzyıldan beri attığımız en dürüst adım, kendimizi batının karşısına koyan ve böylece üstünlük kompleksimizi törpüleyen XIX. yüzyıldaki ıstılahı adım idi. Nihayetinde aşabilmek muhatap almayı gerektiriyordu ve batı, muhatap alarak aşmıştı bizi... Lakin XIX. yüzyılda attığımız o büyük adımı, maalesef o güne hapsettik. Yetmedi onu ölüme mahkum ettik. Öyle ki bugün “o adım hiç atılmadı” diyebilmek için binbir minvalde mücadele ediyoruz. Üstelik bunu o kadar mefkure edindik ki “Onlar teknolojide (bilimde) üstün olabilirler ama biz de onlardan ahlakta üstünüz!” gibi davaya indeksli meşru cümleler icad edebildik. Diğer taraftan bu anlayışın günah keçisini de yaratmaktan çekinmedik. Çünkü mecburduk, aksi halde keçimiz “Biz artık öldük. Kabul edin bunu!” demezse, batıyı muhatap alabilme cesaretini gösterenlerin bacaklarını kıramazdık. Ve döndük geriye... Eskinin yaralarını kaşımak ülkümüz oldu, riyâ ise ölçütümüz. Öyle ya “bana seni gerek seni” diyeni, ‘bir köşk ile bir kaç h...

Miracımız Mübarek Olsun

Resim
Miraç kandilimizin tüm benliklere şifa olmasını dilerim.  Resmin akabinden bilahare paylaşmak istedim. Bugün, varlığın vücuda gelme sebebinin en yetkin şekilde amacına ulaştığı gün. Bugün, insan olmak mefkuresinin en yetkin ruhta karşılık bulduğu gün. Bugün, kapıların tek tek açıldığı, perdelerin tek tek sıyrıldığı ve nihayet hakikatin en yalın haliyle müşahede edildiği gün. Tecrübelerimizden, duyularımızdan, inançlarımızdan ve sezgilerimizden müteşekkil algılarımız bizi kilitlere ve anahtarlara odaklıyor. Oysa çiçeğin bedenindeki nihai hakikat bize tek bir gerçeği fısıldıyor:  Hakikat; sevgiden sevgiye sevgi ile yol almaktır. İnsanlık miracımız mübarek olsun.  🙏🏻🌹

İslam Felsefesi, Din Felsefesi ve Kelam'ı nasıl okumalıyız?

  Din felsefesi, dinin inançlarının makul olup olmadığını ortaya koymaya çalışan bir disiplindir. Kelam (Teoloji) ise dinin inançlarını temellendirmek, çözümlemek yahut savunmak için vardır.  Dolayısıyla din felsefesinin dine bakışı, dinin dışından iken kelamın dine bakışı dinin içindendir. Lakin bu tanım, bir dindarın din felsefesi çalışamayacağı yahut bir din felsefecisinin dindar olamayacağı anlamına gelmez. Nihayetinde burada esas olanın bu ilimle iştigal olan bilim adamı olmadığı gibi bilim adamının algısı da olamaz. Öyleyse esas olan din felsefesinin yöntem ve amacıdır. Din felsefesi, yöntem ve gayeleriyle dine dışardan bakarak dinin inanç ve ritüellerini değerlendirirken, Kelam ilmi dine dinin içinden bakarak dinin inançlarını çözümler ve savunur. Pek tabi bizim burada bahsettiğimiz kelam (teoloji) türü, dini bilgiyi felsefi yöntemler ile temellendirmeye, çözümlemeye ve savunmaya çalışan türdür. Nihayetinde farklı yöntem ve amaçlara sahip muhtelif kelam ve kelamcıla...

Üç asır önce Felsefe, Bilim ve Din ne demekti?

Din ile felsefenin temel ayrımı epistemolojik sahadadır. Nihayetinde sebepleri farklı olsada, din ile felsefe, -küçük farklarla- aynı erdemlerden bahseder. Yine din ile felsefe arasında ontolojik sahada her ne kadar metafizik anlamda belli başlı farklar bulunsada, her ikisi de aynı kabul ve ilkelerden hareket ederler (var, vardır gibi.). Fakat epistemolojik sahaya geçildiğinde aralarındaki fark bihayli belirginleşir. Öyle ki din, bilgi için, nakli otorite kabul ederken felsefe aklı bilginin kaynağı kabul eder. 17. Yüzyıl öncesinde bilimsel paradigma, felsefi paradikmaya içkindi. Dolayısıyla klasik felsefe olarak adlanan bu dönem felsefesi, hakikatin hem nasılına hem de bizatihi kendisine dair sonuçlar ortaya koyuyordu. Usul olarak; analoji (kıyas), tümden gelim ve tüme varım metotlarını kullanan bu klasik felsefe, çift değerli mantığın dogmatikliğini benimsemiş ve temellerini Parmanides'in "var vardır, yok da yoktur" ilkesine yaslamıştır. Dolayısıyla bu dönem felsefesinin...

Türkiye Cumhuriyeti 1000 yaşında!

  Atsız Bey, Türkiye Devletini Dandanakan(1040) savaşı ile başlatır. Bu savaştan sonra Selçuklu Hanedanlığı, Türk devletini (Türkiye’yi) kurmuştur ve bu devlet, bugün içinde yaşadığımız devletin bizatihi kendisidir.   Atsız’a göre Selçuklu devleti olarak anılan gerçekte Türk İmparatorluğunun kurucu hanedanlığı ve ilk yönetici hanedanlığıdır. Bu hanedanlığı ise Osmanlı Devleti olarak anılan Osmanlı Hanedanlığı takip etmiştir. Ardından ise Türk imparatorluğu rejim değişikliğine giderek bugün vatandaşı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuştur.  Oryantalistlerin üç farklı devlet olarak adlandırdığı bu yapı, gerçekte tek bir devletin farklı ellerden ve farklı rejimlerle yönetilmesidir. Değişen devlet değil, hanedanlık yahut rejimdir. Atsız’a göre; bin yıllık Türk Devletini “devletler” halinde değerlendirmek, milli psikoloji için sağlıksızdır. Bu anlayış; “1000 yıldır devletimizi kimse yıkamadı! Bu milleti kimse esir edemedi!” cümlelerini kurdurabilmesiyle çok ...